Yazan: Öykü Atalay
Luca Guadagnino'nun yönetmenliğini yaptığı "Kemikler ve Her Şey", Camille DeAngelis'in 2015 tarihli "Bones & All" adlı romanından uyarlanmıştır. Filmlerinde genellikle beden ve hazzı konu alan yönetmen, Bones & All filminde de bu temaları koku, ten ve korkuyla birleştirmiş.
Film 1980'ler Amerika'sında geçiyor. Timothée Chalamet ve Taylor Russell'ın başrolde olduğu, çok konuşulan film tartışmaya çok açık, düşündürücü bir konuya sahip.
Filmi özetlemek gerekirse, insan yeme içgüdüsü ile doğan insanlar var ve bu doğuştan gelen, nesiller boyu aktarılan bir özellik. Maren (Taylor Russell), kızına ve eşine zarar vermekten, -yemekten- korktuğu için küçükken onları terk eden annesini aramak için uzun bir yolculuğa çıkıyor. Maren ve Lee (Timothée Chalamet), bu özellikle doğan iki gencin filmde yolları bu şekilde kesişiyor ve bir daha ayrılmıyor. Maren karakteri cesur, gerçekçi bir o kadar da saf ve iyi kalpli olarak işlenmiş. Lee ise en başta serseri, baş belası, umursamaz olsa da Maren hayatına girdikten sonra sevecen, sadık ve savunmasız taraflarını ortaya çıkarıyor. İki karakter başta farklı iki kutuplarda olsa da, zaman ilerledikçe ortada buluşuyorlar. Anne ve babalarıyla yaşadıkları sorunlar birbirlerini anlamalarında, yaptıkları kötülükleri yargılamamalarında kolaylık sağlıyor hatta aynı yollardan geçtikleri için yaklaştırıyor.
Birbirlerini gördükleri ilk anda koku hassasiyetleri sebebiyle aynı olduklarını anlıyorlar. Küçükken hep tek olduklarını sandıkları için yolda "onlardan" olanları gördükçe, daha normal hissediyorlar. Vicdanlarını rahatlatmak için kurbanları olarak kötü insanları seçmeye çalışıyorlar ama film akıllarda birçok soru işareti bırakıyor. Ahlaksız birini kurban etmek her şeye rağmen onları daha ahlaklı biri yapar mı? Varlıklarını sürdürmek için başkalarının ölmesi gerekir mi? Böyle olmamayı hür iradeyle seçmek mümkün mü? Genetik olarak aileden geçen bu anormalliğin doğasına karşı koyulabilir mi? Nihayetinde, ailemize dönüşmemek elde mi? En başta benzerliktendolayı birlikteymiş gibi görünen Maren ve Lee'nin ilişkileri bu sorular etrafında derinleşiyor ve aşka dönüşüyor.
İkili, acıktığı için kendilerince kötü olarak yargıladıkları adamı yedikten sonra adamın aslında bir ailenin babası olduğunu öğreniyor. O noktada gerçeklerle yüzleşerek bırakmaları gerektiğini fark ediyorlar. Normal bir kasabada, normal insanlar olarak normal bir hayat sürmeyi başarıyorlar yani bu arzuyu bastırmanın mümkün olduğunu göstermiş oluyorlar. Ancak yine hayat dönüp dolaşıp onları doğalarına geri götürüyor. Olaylar onları tekrardan yamyamlığa sürüklüyor. Yani kendileri olmamak sanki doğaya karşı gelmek oluyor, doğanın düzeni bozuluyor, denge kayboluyor. Belki de buna engel olmamalılar diye düşündürüyor. Bir insan doğası gereği kötülükten besleniyorsa bu onu kötü yapar mı diye sorduruyor. Sadece seyirci değil, Lee ve Maren da film boyunca tamamen kontrolleri dışında olan bir şey için kendilerinin "iyi" veya "kötü" olup olmadığını sorguluyor. Her ne olursa olsun film Maren ve Lee'ye samimiyet duymamızı sağlıyor. Yaptıkları kötülüğünün farkında olsak da başlarına kötü bir şey gelince üzülüyor, mutlu olduklarında seviniyoruz, zaman zaman ise onlar için korktuğumuz yerler oluyor. Bu duygular içerisindeyken bir nevi soruyu cevaplamış oluyoruz, öyle yaratıldıklarını ve bunun onların suçu olmadığını kabul ediyoruz.
Son olarak en etkili sahne olan son sahne de filmin adını anlamlandırıyor. Birbirlerini her şeyiyle, her şekilde, "kötü" insanlar olarak da kabul eden ikiliyi dehşet veren bir son bekliyor. Ağır yaralanan Lee Maren'ın kolları arasında yatıyor. Maren Lee'yi onun son dakikalarındaki isteği üzerine “kemiklerine varana kadar” canı ve kanıyla yiyip bitiriyor. Böylece birbirlerini son kez vücutlarının her parçasında, belki acıyla, ama hazla çok yoğun bir şekilde hissediyorlar.
Comments