top of page
Tramvay ve İnsanlar
Melih Yücel

Fransız Postası

Yazan: Melih Yücel


Senenin en çok beklenen filmlerinden biri olan Fransız Postası, geçtiğimiz aylarda Türkiye’de de sayılı sinemalarda gösterime girmişti.


Normalde Mayıs 2020 Cannes Film Festivalinde prömiyeri yapılıp Haziran’da da gösterime girmesi beklenen film, adını anmak istemediğim malum pandemi yüzünden 2021 sonbaharına ertelenmişti. Film 21 Ekim’de globalde yavaş yavaş gösterime sokulmaya başlandı, sevgili ülkemizde de Film Ekimi’nde ilk gösterimi yapıldı fakat fahiş fiyatlar ve geç gösterim saatleri nedeniyle hiçbirimiz gidemedi galiba. Kasım ayında ise başka sinemalarda da gösterime gireceğini öğrenince sevgili editörlerimizden Özgeyle Beyoğlu’ndaki Cinemajestik sinemasında filmi izledik. Olumlu-olumsuz birçok görüşüm olmasına rağmen filmi beğendim diyebilirim.


Film Wes Anderson imzalı; Anderson, son filmleri Isle of Dogs ve The Grand Budapest Hotel’dan beri de kendine oldukça büyük bir izleyici kitlesi edinmişti. Ünlü yönetmenin bu filmdeki tutkusu ise “The New Yorker” gazetesi, özellikle de gazetenin editör Harold Ross’un başında bulunduğu zamanları: Film tamamen bunun üstüne kurulmuş, başka bir zamanda ve ülkede, kafasında bu gazetenin bir replikasını yaratan Anderson; Roman Coppola, Hugo Guinness ve Jason Schwartzman’la beraber yazdığı bu hikâyeyi kendine has tarzıyla beyaz perdeye taşımış.


Filmin oyuncu ekibi de bir yıldızlar geçidi: Bil Murray, Adrien Brody, Timothee Chalamet, Tilda Swinton, Frances McDormand, Saoirse Ronan, Willem Dafoe ve çok daha fazlası... Film için 125’ten fazla mini set hazırlanmış; kullanılan mekanlar ve setler de Anderson’ın tarzına göre özel olarak seçilmiş tabii. Filmin resmi afişi için The Beatles’ın 1967 yılında çıkan “Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band”in albüm kapağından ilham alınmış.


Film temelde üç kısım üzerine kurulmuş. Ennui-sur-Blasé isimli bir Fransız kasabasında “The French Dispatch of the Liberty, Kansas Evening Sun” adlı bir gazete yıllardır yayımlanıyor fakat günün birinde gazetenenin editörü Arthur Howitzer Jr. Ani bir kalp krizi sonucu ölüyor. Vasiyetine göre gazetenin yayına tamamen son vermesinden önce son bir baskı yapılması gerekiyor ve filmin bu üç kısmı da bu baskının çeşitli bölümlerinden alınmış hikayeleri anlatmakta.



İlk kısım “The Concrete Masterpiece”te, gazetenin sanat bölümünden, Moses Rosenthaler adlı bir sanatçının hayatını ele alan bir yazının yazılış sürecini izliyoruz. Filmin bu kısmına damgasını vuran bir kişi varsa bu da şüphesiz Adrien Brody’nin hayat verdiği Julien Cadazio karakteri.


Hapishanede yaptığı eserlerle Cadazio’nun aklını başından alan Rosenthaler, Cadazio’nun da yardımı sayesinde çok büyük bir üne kavuşuyor fakat Rosenthaler’ın aklında uzun dönemde yapmaya hazırlandığı çok daha büyük bir proje var. Olay örgüsüyle ve oyuncularıyla oldukça güzel hazırlanmış bir bölüm, kullanılan renkler ve sinematografinin güzelliği de cabası.


Hikâyenin Tilda Swinton’ın canlandırdığı JKL Berensen karakteri aracılığıyla anlatılması da çok güzel bir renk katmış bu kısma. Bazı sahneler biraz fazla “vahşi” aktarılmış olsa da genelinde takdir edilmesi gereken bir iş olmuş. Bazı spesifik sahneler ise aklımı başımdan almayı başardı tabii ki: Özellikle Rosenthaler ve gardiyan Simone arasında geçen çoğu sahne oldukça içten aktarılmıştı. İzleyenler anlayacaktır, Rosenthaler’ın ilham aldığı hapishane tavanıyla yaptığı eser arasındaki geçiş bile beni oldukça etkilemişti.



Bir sonraki bölümümüz ise “Revisions to a Manifesto”. Eğer son 2 – 3 senedir Timothee’nin oynamadığı bir film izlemediyseniz bravo diyorum, genç yıldızın olmadığı popüler film neredeyse yok; şimdi de bi’ Anderson filminde önemli bir rol oynamanın gururunu yaşadığına eminim. Sadece geçtiğimiz son 2 ayda içinde bulunduğu 3 film yayımlandı -Dune, The French Dispatch ve geçtiğimiz günlerde yayımlanan Don’t Look Up- fakat Timothee için The French Dispatch’in yeri çok farklıymış.


Neyse, filme geri dönelim: Bu 2. kısım daha sonraları bir “Satranç Protestosu”na dönüşecek öğrenci protestolarını konu alıyor. Paris’teki 1968 Öğrenci Olayları’ndan ilham alınarak hazırlanan hikâye, Timothee’nin hayat verdiği Zeffirelli karakteri üzerinden ilerliyor. Protestoların figürlerinden biri haline gelen Zeffirelli’nin, bu protestolar için bir de manifesto yazması gerekiyor. Frances McDormand’ın oynadığı Krementz karakteri ise Zeffirelli’nin bu manifestoyu yazmasına yardım ediyor.Diğerlerinin yanında biraz sönük kalan bu bölüm, yine de 60’ların havasını oldukça iyi yansıtmış; buna rağmen ilk bölümde olduğu gibi şaşırtıcı ve etkileyici sahneler çok bulunmuyor. Juliette –bir başka protestocu- karakterine ve Zeffirelli’nin bıyığına ise ayrı bir kıl oldum, nedeni bilinmez.



Geldik son bölüme: “The Private Dining Room of the Police Comissioner”. Bu bölüm beni sanatsal açıdan en çok tatmin eden bölüm oldu; tarzıyla, konusuyla, orijinalliğiyle. Bölümün başkahramanlarından biri olan Nescaffier, polisler için özel akşam yemekleri hazırlayan ve yüksek sosyete tarafından oldukça takdir edilen bir şef. Yine Nescaffier’nin elleriyle hazırlanan böyle özel bir akşam yemeğinde, yemekte bulunan komiserlerden birinin oğlu Gigi’nin rehin alındığı haberi geliyor. Gigi babası için çok önemli, oğlunda kendini gören komiser, oğlunun her davranışına, her hareketine ve her dediğine imrenen bir manyak. Haliyle oğlunun “The Abacus” adında bir grup tarafından rehin alınması hiç hoşuna gitmiyor. Gigi’yi kurtarma operasyonu başlıyor ve Gigi’nin esir alındığı yerden yolladığı Mors alfabesinden kodlarla Nescaffier de bu operasyona katılıyor. Saoirsa Ronan da bu bölümde Gigi’nin kapalı kaldığı odada onu yalnız bırakmayan bir keş. Sadece birkaç dakikalığına filmde bulunsa da benim için filmlerin yıldızlarından biri –evet biraz fazla taraflı bir yorumcuyum-. Gigi’yle adını bile bilmediğimiz bu kadının arasında geçen kısa bir sahne bile oldukça etkileyici bir biçimde çekilmişti. Niye şu kadına daha uzun bir rol vermediniz, neyse... Bu bölümde animasyondan da yararlanan Anderson, oldukça güzel bir iş çıkarmış.

Nescaffier, sen hep ünlü olacaksın!


Son olarak kısa bir bölüm de Howitzer Jr.’ın ölümünün duyurulması için ayrı bir yazının gerektiği üzerineydi. Gazetenin tüm çalışanlarını hep beraber görüp filme elveda dediğimiz bu sahnede ağlamak da yasaktı.


Çıktığından beri olumlu - olumsuz birçok eleştirinin hedefi olan bu film, kesinlikle izlemekten pişman olmadığım bir filmdi. İmkanınız varsa sinemada izlemenizi şiddetle öneririm!




5 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page