Yazan: Şadi Sarıkaya
Tiyatro kulübünün her sene düzenli olarak çıkardığı oyunların en yenisi olan Milyonerler Şehri Napoli, Tevfik Fikret Salonu’nda prömiyerine çıktı. Ben de bunun şerefine kadroda bulunan bazı kişilerle röportajlar gerçekleştirdim. Bakalım tiyatrocuların yeri geldiğinde zorlanarak yeri geldiğinde eğlenerek hatta bazen hayatsız damgası yiyerek sundukları oyun hakkında ve tiyatro hakkında neler düşünüyorlar?
İlk röportajımız geçtiğimiz seneki oyunun mimarları olan değerli rejilerimizden Emir İlkut Dinç (EİD) ve Alara Falay (AF) ile birlikte.
Üç yıl boyunca sahnede yer aldıktan sonra ilk defa sahnede oynamadığınız ancak oranın yönetmenliğini üstlendiniz. Kendi yönettiğiniz bir oyunun sahnelendiğini görmek size nasıl hissettirdi?
AF: Öncelikle şuradan başlamak istiyorum ben, üç yıl sahnede olmadık biz. Keşke olabilseydik. Bir kere bu üç senenin tamamında sahnede olabilseydik daha fazla tatmin olabilirdik. Yine de tatmin duygusu vardı tabii ki, ancak bu sefer hiçbir şey bilmeden bir anda başa geçtik gibi oldu.
EİD: Bir de sürekli ne kadar kendimiz yönetsek de sizi sahnede izledikçe “Orada keşke ben olsaydım.” diye bir düşünce geliyordu ister istemez. O sahneye ait olduğunu hissediyorsun “Ben burada ne yapıyorum, benim o sahnede olmam lazımdı.” diyorsun içinden. Sonra kendini toparlayıp devam ediyorsun. Genel olarak güzel bir histi. Bilmiyorum ben çok zevk aldım ışık odasında olmaktan prömiyerimizde.
Milyonerler Şehri Napoli'yi seçme nedeniniz nedir?
AF: Başka oyun yoktu çünkü. Neredeyse 700’e yakın oyun inceledik. Baştan sona okumadık da hani inceleme vesaire... Bizim kadromuza, bizim bu sene oynamak istediğimiz tarza en yakını buydu.
EİD: Bize yakın duran, hoş gelen oyunları daha detaylı okuduk. Çok fazla düşündük, araştırdık ve bize en uygununun Milyonerler Şehri Napoli olduğuna karar verdik. Oyun tarzı, kadrodaki insanlar, kadrodaki insanların sayısı, cinsiyet dağılımına falan baktığımızda gerçekten de size oturdu bu oyun.
Şu zamana kadar Tiyatro Kulübü adı altında oynanan oyunlara baktığımızda hep 2. Dünya Savaşı teması görüyoruz. Neden?
AF: Üst üste çok denk geldi açıkçası. Önceden oynadığımız oyunlar 2. Dünya Savaşı’nda geçiyordu ama biraz daha dram, trajedi ağırlıklıydı. Bu seneki oyun ise tam olarak komedi olmasa da diğer oyunlara nazaran daha hafif bir oyundu. Belirli bir sebebi yok yani öyle denk geliyor.
EİD: Önceden hafta içi ve hafta sonu tiyatro olarak iki farklı oyun çıkıyordu ve şahsen kendi oynadığım oyunların bir tanesi bile savaş içerikli değildi. Bu benim ilk savaş içerikli oyunum diyebilirim.
Kulüp bünyesindeki en tecrübeli devre olarak genel olarak tiyatroya bakış açınız nedir?
EİD: Benim için hayatın tüm stresinden uzaklaştığım bir yer tiyatro. Kulüp bazında oyunlara gittiğimde, bir şeyler okuduğumda her şeyi bir kenara bırakıp sadece oyuna ve ana odaklanıyorum. Hayatın geri kalanı o anda umurumda olmuyor. Gayet de mutlu hissettiriyor.
AF: Ben tiyatro eserlerini okumayı pek sevmem, okumaktan ziyade izlemek çok daha başka bir şey. Stres atma konusuna kesinlikle katılıyorum. Okul dersleri olsun, kulüp olsun... Mesela bu sene bizim için en büyük stres kaynağı rejilikti ama bu kadar strese rağmen yapmak istiyorduk çünkü tiyatroyu seviyoruz. Bu herhangi başka bir şey için de geçerli: Eğer bir şeyi sevmiyorsan o işe devam edemezsin. Biz de tiyatroyu çok seviyorduk ve devam ettik tüm zorluklarına rağmen.
Rejisör olmak mı yoksa oyuncu olmak mı?
EİD: İkisinin de ayrı ayrı güzelliği var ama rejisörlük adeta geliştirilmiş oyunculuk gibi, yani sahnede olmasan bile hepinizin yerine sahnede oynamış kadar oldum. Bence rejisörlük kadrodaki oyuncu sayısı kadar oyunculuk desek yanlış olmaz. Bu yüzden rejisörlüğü seçiyorum ben.
AF: Bize her zaman üst devrelerimiz “İmkanım olsa da oynasam” derdi İlkut’un da daha önce dediği gibi. Bana da sorarsan ben de şansım olsa oynamak isterdim fakat ben rejiliği de gayet sevdim çünkü biraz kontrol manyağı bir insanım ve her şeyi kontrol edebiliyor olmak güzel bir şey. Senden sonra gelen alt devrelere kendi birikimlerini öğretiyorsun, rehberlik ediyorsun ve bu çok güzel bir duygu. Yine de başrol senesinde oyuncu olmak da isterim şimdi.
Kendi oyununuza kendi sanat anlayışınızı katabildiğinizi düşünüyor musunuz? Kattıysanız nasıl kattınız?
EİD: Bunu çok kelimelere dökemeyiz ancak Galatasaray Lisesinin kendine has bir tiyatro anlayışı var. Biz çok kullanmadık gibime geliyor ama genel olarak dekoru olsun, oyunu olsun daha soyuttur.Biz bunu bu sene biraz değiştirdik, biz fazla kullanmadık ama Galatasaray’ın kendine has bir tiyatro anlayışı kesinlikle var.
AF: Mesela biz daha somut olarak bir evi mekan olarak kullandık ama kimse bize gelip de “Niye bunu böyle yaptınız, öncekilerine göre değişiklik yaptınız?” demez. Biz Galatasaray’ın tiyatro anlayışı olarak bilinen kalıbı biraz daha değiştirip aslında bu tarz bir oyunun da öncekiler kadar sanatsal olduğunu göstermeye çalıştık. Böylece daha somut, realistik bir oyun ortaya çıktı.
Son olarak Milyonerler Şehri Napoli sadece prömiyer mi yaptı yoksa başka okullarda, sahnelerde de yer aldı mı?
AF: Hayır tabii ki de. Velilere özel, tekrardan Tevfik Fikret salonunda ve 8 Haziran’da TEVİTÖL’de sahne aldık. Şu anda daha yeni pandemiden çıktığımız için çoğu tiyatro sahnesi maalesef ki ya açık değil ya da kontenjanları tamamen dolu. Diğer okullar da sahnelerini pandemiden dolayı açmıyorlar.Mesela Kağıthane’de Sadabat diye bir devlet tiyatro sahnesi var. Üç sene önceki oyunumuz Getto’nun prömiyerini orada yapmıştık fakat bu sene ne kadar istesek de yarışma yapmadıkları için gidemedik. Umarım seneye düzelir bu durum da ileriki oyunlarımızı daha fazla oynama şansı bulabiliriz.
İkinci röportajımız kulübümüzün başrol devresinden olan İsmail Arda Ergene’yle (İAE) birlikte.
Oyunumuz çıktı, başrol devresiydiniz. Üzerinizde büyük bir sorumluluk vardı. Bu sorumluluğun üzerinden nasıl kalktınız?
İAE: Oyun çıktı ama oyun çıkana kadarki süreçte üzerimizde hem kendi rollerimizi çıkarabilmek adına bir sorumlulukhem de alt devrelerimizin sorumluluğu vardı. Sonuçta kendi rollerimizi çalışmak güzel fakat sizin ne yaptığınızdan ve elde ettiğiniz sonuçtan da biz sorumluyuz. Dolaylı olarak siz bir hata yaptığınızda bizim de hatamız oluyor. Bu yüzden birden fazla sorumluluğumuz vardı. Bunun üstünden de tiyatronun kendi işleyişi sayesinde kalkıyoruz aslında. Bu okulda diğer hiçbir kulüpte olmadığı kadar tiyatroda çok güzel bir alt-üst devre ilişkisi vardır, disiplin vardır, sistematik bir çalışma vardır ve herkes bu düzene uyduğu ve beraber ilerlediği için üstesinden geldik.
Milyonerler Şehri Napoli'nin kulüp bünyesinde sahnede olduğun son oyun olması hakkında nasıl hissediyorsun?
İAE: Son oyun olduğunun farkında olmak biraz acı verici. Prömiyerde en son sözüm olan “Bu gecenin geçmesini bekleyeceğiz.” repliğini atarken hem zaten oyunun sonunun dramatikliği hem de son sözümü söyleyip başrol senesini kapatmanın duygusallığı ile söylüyordum. Son kez bu repliği atacağım ve son kez oyunu bitireceğim. Bunun son oyunum olduğunu söylemek istemiyorum.
Sene başındaki kendine baktığında kendinde nasıl bir gelişme görüyorsun?
İAE: Benim için tiyatro karantinadan dolayı hem geçen sene radyo tiyatrosu yapmamız hem de hazırlık senesinde oyunumuzu çıkaramadığımız için büyük bir özlem olarak kalmıştı. Hazırlıkta birçok tekniği ve farklı rolleri denedim, öğrendim ama 10. sınıfın sonucuna baktığımda artık tiyatroyu sadece sahneleme olarak değil aynı zamanda tarihsel olarak, felsefi olarak ve edebi olarak da ele alabiliyorum. Tiyatroyu bir kulüpten çıkarıp yaşam tarzı haline de getirebiliyorum. Yaşadığım her olayda bir tiyatro sahnesinde olsaydım bunu nasıl yapardım ya da okuduğum her kitapta bir tiyatro olsaydı nasıl sergilenirdi gibi bir düşünceye kapılabiliyorum.
Tiyatroya karşı bakış açın nedir?
İAE: Dediğim gibi daha öncesinde tiyatroyu bir kulüp olarak, sanat dalı olarak görüyordum ama şu anda tiyatro benim için oldukça felsefik bir şeye dönüştü. Sahneye çıktığımızda Nazım Hikmet’in dediği büyük bir ciddiyetle yaşamamız gerektiğini söyleyen sözünü tiyatroya uyarlayarak büyük bir ciddiyetle oynamamız gerektiğini söylüyorum ki insanlar bize inansın. İnandırıcı olabilmek için ilk önce attığımız yalana bizim inanmamız gerekiyor. Tiyatronun vermiş olduğu şöyle bir avantaj var: Sahneden indiğimizde asıl tiyatroya başlıyoruz aslında ve bu felsefeyle yaşadığımızda da çoğu konuda daha iyi ilerliyoruz. En küçük sıkıntılarda, zorlu anlarda da olsa tiyatroymuş gibi davrandığımızda yani biraz ciddiyetsizlikle hareket ettiğimizde daha kolay oluyor ve tiyatronun yerini gerçeklik, gerçekliğinin yerini tiyatro alıyor.
Biz kendimiz tiyatrocuyuz diye geçinsek de aslında bu hayatımızın her noktasında var olan bir gerçek çünkü insanlar sonuçta yaptıkları her hareketiyle bir oyuncu gibi davranabilir ya da herhangi bir şekilde tiyatro malzemesi çıkartacak işler yapabilir.
İAE: Tabii ki, mesela küçük eğlencelerden de çekinmiyorum. Yolda yürürken kendimi elli yaşında hayal ediyorum ve elli yaşındaymışım gibi yürüyorum. Geçen gün okula girerken sarhoş taklidi yaparak içeri girdim. Baya endişelendiler hatta korktu güvenlik n'oluyor diye. Tiyatroculuğun da avantajı bu aslında.
Son olarak tiyatro kulübüne bir tavsiye bırakır mısın?
İAE: Kadro ilk olarak yaptığı işi çok sevsin çünkü sadece beraber olduğumuz insanları sevmek yetmiyor. Eğer bunu sağlayabilirsek tiyatronun en azından kulüp içerisindeki faaliyetlerde, disiplini korursak başarıyı daimi kılacağımıza inanıyorum.
Üçüncü ve son röportajımız ise 157 devresinden olan Özge Mutlu (ÖM) ile birlikte.
Geçen sene pandemi şartlarından dolayı radyo tiyatrosunda bulundun. Bu sene ilk defa seyirci karşısında yer aldın. Bu sana nasıl hissettirdi?
ÖM: Seyircilere karşı oynamak inanılmaz gergindi. Öyle gözükmese bile önceden kaydedip kayıttan oynatmak ile direkt seyircilere oynamak çok fark ediyor. Bir sürü kişi toplanıyor, sahne arkasından sadece seslerini duyabiliyoruz ve sahneye çıkmaya on dakika kalmışken somut olarak bunun bir prova olmadığını ve iyi yapmak için sadece tek bir şansın olduğunu fark ediyorsun. Heyecanı olayı daha akılda kalıcı yapıyor.
Şimdi dönüp bakınca ama, bundan ayrı olarak oyunu izleyenlere oynamak gerçekten çok güzel de bir histi. Aslında insana sevdiği sanat üzerinden kendini ifade etme, inandığın şeyleri anlatma şansını veriyor seyirciler. Bu sana ve işine sunulan çok büyük bir saygı demek. Çünkü düşündüğünüzde iki buçuk saat boyunca başlarını şişirmenize izin veriyorlar ve bu sırada anlatmaya çalıştığın şeyi dinliyorum diyorlar. Ama bence en değerli hissettiğin an oyunun finalini yapmak. Onlarca kişi bizi alkışlıyordu ve sanki bu sefer anlatmaya çalıştığın şeyi anlıyorum denmiş gibiydi. Bizim tarafımızdan güzel ve anlamlı bir şey konmuştu ortaya. Ve bir şekilde kendimizi ifade edebilmiştik. İşe sahneden bakınca çok abartıyorum sanırım ama yine de özetle yarattığın şeyi diğer insanlara gösterebilme şansının verilmesi gerçekten çok güzeldi. Sene boyunca süren bütün emeklerin bir anlamı olduğunu anlamıştım.
ŞS: Tiyatro kulübüne bu sene katılmış biri olarak benim için seyirci karşısına çıkmak aslında tüm sene verdiğimiz emeklerin bir karşılığıydı. Biz bu oyunu çıkartırken yeri geldi güldük eğlendik yeri geldiğinde çok zorlandığımız, tekrar tekrar oynadığımız yerler de oldu fakat bu işi sevmesek bu zorluklara göğüs geremezdik. Tüm senenin karşılığını da en son alkışlanırken orada hissetmek gayet güzel bir duyguydu.
Biraz da karakterin hakkında konuşalım. İzleyenler karakterinin kafadan bazı cıvatalarının eksik olduğu yorumlarında bulundular. Bu karakteri nasıl yarattın ve doğru yansıtabildiğini düşünüyor musun?
ÖM: Oyunu ilk okuduğumda karakterde en çok ilgimi çeken şey var olmasındaki absürtlüktü. Baktığınızda aslında içinde bulunduğu oyuna ait değil. Olaylarla doğru düzgün bağlantısı yok, repliklerini kessek akışı etkilemez; sanki başka bir oyundan araya karışmış gibi. Ait olduğu kişiler, ait olduğu bir yer yok. Ve savaşta kocasının gitmesiyle her şey o kadar belirsiz ki ne durumunu kabullenebiliyor ne de ümitlenebiliyor. Belirsizlikler sabrını taşırmış ve bütün bunlar karşısında o kadar aciz ki hayatı onun iradesinden çıkmış. Yani izleyicilerin çok yanıldığını söyleyemeyiz ama tamamen deli olmaktan ziyade içinde kendisinin bile tam anlayamadığı bir karanlık var. Bu noktada karakterin "Gülüyorum ya içim kan ağlıyor. Ama kime anlatırsın ki..." repliğini çok seviyorum. Ve dürüst olmak gerekirse karakterdeki absürtlüğü hâlâ tam olarak anlayamıyorum. Bu oynamasını daha da zevkli kılıyor.
Son olarak radyo tiyatrosu ile bu oyunun farkı ne?
ÖM: Bence en çok fark eden tarafı karakterin ortaya konuş şekli. İlkinde bütün vurgu sesteyken karakterin yansımasını, duyguları, her şeyi onunla vermek gerekiyor. En küçük şey bile çok fark ettiği için bence bu bir noktada daha zor ki ben zaten çok iyi yapamamıştım. Ama hazırlıkta çok rolüm de yoktu, sorun olmamıştı. İkincisinde ise yaptığın her şeyin o karakterin bir parçası olması, yani o kişi gibi yürümen, oturman, konuşman gerekiyor. Kafada bir insan oluşturduktan sonra hepsini bütün olarak yapmak bana daha doğal gelmişti, daha çok keyif almıştım. Ama radyo oyunlarının benim hoşuma giden yanı da hep diyalog üzerinden gittiği için genelde somut olayları geri planda bırakıp bir metafor veya fikre odaklanmalarıydı.
Comments